Varoluşçuluk Perspektifinden Bir Analiz: Gül Yetiştiren Adam

Varoluşçuluk Perspektifinden Bir Analiz: Gül Yetiştiren Adam

Psikolog Mervenur Altun Rasim Özdenören'in "Gül Yetiştiren Adam" adlı eserini Varoluşçu Psikoloji açısından ele aldı.

Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları.

Kadavralar. Kadavralarla uğraşarak bir

yere gelinir mi?

Büyük bir kale

muazzam bir toprak yığını şehrin göbeğinde

minareler

kubbeler

dar

sokaklar

sokaklar

topraktan.

Bu mısralarla başlıyor yazarımız Rasim Özdenören, modernitenin dayattıkları arasında sıkışmış ve hiçbir şeyin mutmain edemediği insanların iç bulantısını anlatmaya. Sitare, Çarli, Yavuz ve diğerleri. Bu insanlar metropollerde sabahlara kadar sönmeyen ışıklar arasında seküler bir yaşam biçimini tutturmuş, sürekli yiyip içiyor, en pahalı, en lüks mekânlara girip çıkıyor, kumar oynuyor, en yüksek paraları kazanıyor fakat tüm bunların hiçbiri bir türlü tatmin etmeye yetmiyor onları. Hayatlarındaki anlamsızlığın oluşturduğu boşluk, onları bir sıkıntıdan ötekine sürüklüyor. Kimileri bunun farkında, kimilerininse umurunda değil. Bir tarafta çaresizce bir tür kimlik yitimi yaşayanlar, öte tarafta ise kişiliklerini korumak için sessiz bir protesto verenler paralel bir şekilde ele alınıyor eserde. Üstelik bu iki uçlardan her biri diğerini okuyucuya daha da görünür kılma görevini üstlenmiş gibi duruyor.

Sitare yozlaşmış, kimliğini yitirmiş, partnerini aldatan ve hayata karşı son derece kayıtsız gibi görünen bir kadın. Görünen kayıtsızlığının ardına gizlenmiş olan bunalımı onu hayattan sürekli şikâyet eden birisine dönüştürüyor. Sahte ilişkiler yaşadığı hayatında tek amacı günü geçirmek gibi görünmekle birlikte hikâyenin sonunda gerçekleştirdiği öz kıyımdan anlaşılan o ki aslında deneyimlediği bu anlam boşluğu onu çaresiz bırakıyor ve belki de çareyi ölümde, kendini bu dünyadan kazıyıp yok etmekte buluyor. Onun ardından arkadaşları ise şöyle diyor:

“Düpedüz umutsuzluk. Şimdi düşünüyorum da gösteriş gibi duran tavırlarının altında yatan şey hep bu zavallı umutsuzlukmuş… Tutunmak istediği her şey sonunda bir sahtekârlık olarak görünmüş…”

Victor Frankl’e göre insanın temel içgüdüsü ve onu hayata bağlayan şey, geleceğine bir anlam yüklemesidir. Bu anlam kişiyi harekete geçiren temel motivasyondur, bu sebeple birey yaşamına bir anlam katmalıdır. Bu anlam her insanın ayrı ayrı içindedir ve birey kendisini bekleyen bu daveti bulmakla yükümlüdür. Buna karşın kişi hayatında bir anlam dünyası inşa edemediği takdirde noöjenik nevrozlar yaşar ve varoluşsal boşluğa düşer. Yani yaşamda bir yön bulamamanın sonucunda can sıkıntısı, hayal kırıklığı, hissizlik ve giderek ne yapacağını bilememe halini deneyimler. Devamında ise bu varoluşsal problemler birtakım klinik belirtileri doğurur. Sitare’nin yaşamında ise bu anlam isteminin başarısızlığından doğan anlamsızlık duygusunun Frankl’ın ve Yalom’un söylediğine de paralel olarak alkolizm, bağımlılık, kimlik krizi gibi kaçınılmaz patolojilerle ve devamında da öz kıyım ile sonuçlandığını görüyoruz. 

Frankl, anlam bulmanın üç yolundan söz eder: Birinci yol; bir eser oluşturmak veya iyi bir şey yapmaktır. Söz gelimi bu hayatta bir iz bırakmak ve hayatın güzel taraflarına güzellikle karşılık vermektir. İkinci yol; bir şey yaşamak, insanlarla gerçek ilişkiler kurmaktır. Üçüncü yol ise; kaçınılmaz acıya yönelik bir tepki veya tavır geliştirmektir. Sitare’nin yaşamında ise bu üç yoldan birini dahi göremiyoruz. Birbirinin yüzüne gülen insanlarla sahte çıkar ilişkileri içerisinde ve her günü bir öncekinin benzeri olan bir yaşam geçirdiğini anlıyoruz. Kumar, içki, sabahlara kadar kalabalıklar arasında geçen, bir yön tutturamamış bir yaşam…

Öteki uçta ise torununa şu nasihatte bulunan bir dedeye kulak veriyoruz:

“Gününü değerlendirmeye bakacaksın… Günün nasıl değerlenir, bak anlatayım: şimdi ömrünü bitmiş say, ömrün bitmiş de sen yalvarmış yakarmışsın, sana gözyaşların için cabadan bir gün daha vermişler… İşte şu anda da o bir tek günün içinde bulunuyorsun… İşte o son günde ne yapacaksan, her gün onu yapacaksın.”

Bu yaşlı adamın Yalom’un sözünü ettiği dört nihai kaygıdan biri olan ölümü nasıl karşıladığını bu cümlelerinden anlıyoruz. Ölüm kaygısını “ölümün kaçınılmazlığının farkında olma hali ile var olmaya devam etme arzusu arasındaki gerilim” olarak tanımlıyor Yalom. Bu tanıma karşın yaşlı adam için ölümün, hayatında kaygı yaratan bir olgu olmaktan ziyade yaşamını anlamlı kılan bir gerçekliğe sahip olduğunu sezinliyoruz. Yani ki ölümü bu karşılama biçimi hayatının her gününü daha kıymetli kılıyor ve güzel işler yapma motivasyonunu doğuruyor onda. Öte yandan yaşlı adamın bu cümleleri Yalom’un danışanlarına uyguladığı “yönlendirilmiş fantezi” tekniğini çağrıştırıyor bize. Bu dede, Yalom’un bu tekniğinden haberdar mıdır bilmiyoruz fakat ölümün farkında olduğunu ve onunla barış imzaladığını açıkça görebiliyoruz…

Peki, nasıl oluyor da bu adam ölümü böylesine kucaklayabiliyor ve barış imzalıyor onunla?

Bu görmüş geçirmiş yaşlı adam yıllar evvel milli mücadeleye katılmış olanlardan. O yıllarda onlar için anlamı olan ve kaybetmeyi felaket sayacakları değerler uğruna arkadaşlarıyla birlikte savaşmış ve mücadele vermiş birisi. Fakat sonradan fark etmişti ki savaştan sonra ne uğruna savaşmışlarsa onların hepsini yitirmişlerdi ve savaşarak neyi ortadan kaldırmak istemişlerse, savaştan sonra o gelmişti. Üstelik kimse bunun farkında değilken tüm bunların farkında olmak bu adamı kahrediyordu. Bu sebeple 50 yıl boyunca hiç evden çıkmayarak kendi bahçesinde muazzam güzel kokulu güller yetiştirmeye vakfetmişti kendisini. Tüm yaşananlara karşı bir tür protestoydu bu. Fakat asla anlamsız bir protesto değil. İman ettiği dinin peygamberi güzel kokuyu çok seviyor olduğundan ötürü bu güzel kokulu iri gülleri yetiştiriyordu. Bu noktada Frankl’ın sözünü ettiği hayatına anlam katmanın üç yolundan birincisi olan “bir eser oluşturmak ve iyi bir şey yapmak” görevinin karşılık bulmuş halini görüyoruz. Yaşlı adam için iyi bir şey yapmak Gül Yetiştiren Adam olmak olmuştu onun hayatında. Bununla birlikte evinde kendisini inzivaya çekerek “kaçınılmaz acıya karşı kendi anlam dünyası içerisinde bir tavır” geliştiriyor. Diğerleri onun bir meczup mu yoksa bir derviş mi olduğunu çözemezken o kendi inşa ettiği dünyasında Heidegger’in sözünü ettiği gibi kendi ölümünü öngörmesiyle konformist bir benlikten çıkarak kendi değerlerinin üstün olduğu otantik bir benliğe bürünüyor ve dengeli bir biçimde gerçek bir amaca hizmet eden bir yaşam sürdürüyor.

Fakat yıllar geçtikten sonra şunu fark etmişti:  Olan şeylerden şikâyetçiydi evet, bu sebeple evden hiç çıkmamıştı yarım asır boyunca. Bir tür inzivaya çekmişti kendisini. Oysa aksiyonda bulunması gerekmez miydi bir değişim yaratabilmek için? Öylece durup bekleyerek neyi değiştirebilirdi, neyin üstesinden gelebilirdi? Değişim umurunda değil miydi, yoksa değişime güç yetirebileceğine inancı mı yoktu?

“Kim umutsuz bir beklemeden ibaret sanır bu bir ömrü dolduran protestoyu? Beklemek… Evet. Bekliyordu. Kim, kendini sonuçsuz bir beklemeye mahkûm edebilir ömür boyu?”

...

“Hiçbir şey boşlukta sallanmamaktadır, saçmalık bile kendine bir dayanak noktası araştırmaktadır, her şey, bütün nesneler yaratılışlarındaki amaca doğru yürüyüp gitmektedirler: kara gecede, kara taşın üstündeki kara karıncanın kıpırtısı bile denetim altındayken som bilinç olan insanın –elbette insanın- kendini denetimden uzak sayması mümkün müydü? Mümkün müdür?..”

Tüm bunları sorguluyorken küçük torununun teşvikiyle bir karar vermişti. Yıllar sonra ilk kez çıkacaktı evinden ve bir sorumluluğu üstlenecekti. Farkındalığını yitirmiş bu halkı uyandırmak için bir şeyler yapmanın vakti gelmişti. En azından onlara söyleyecek birkaç sözü vardı. Bunca yıl aradan sonra dışarıya adım atmak elbet kolay değildi. Dışarı çıktığında doğduğu, büyüdüğü ve ömrünü geçirdiği bu yere yabancı gibi hissetmişti kendisini. Her yer, her şey değişmiş ve başkalaşmıştı. Bahçeli mütevazı evler gitmiş, yerlerine yüksek katlı apartmanlar dikilmişti. Her yer boyalı, cilalı ve yapmacık gelmişti ona. Şehrin ruhu gitmiş ve yalnız maddeden ibaret kalmıştı sanki. Gördüğü her ayrıntı karşısında tekrar tekrar hayrete düşüyordu. “Peki, nasıl göz yummuşlardı tüm bu değişime?” En acısı ise yine uğruna savaştıkları şeylerle karşılaşmak olmuştu. Arkadaşlarının uğruna asıldıkları bu şeyleri görmek canını çok yakıyordu. Yol boyunca hayretini ve öfkesini bir türlü dindirememişti ve nihayet vardılar gitmek istedikleri yere. Torunuyla birlikte ibadet etmek üzere bir camiye girdiler. Caminin bile değişmiş ve o eski ruhani atmosferini yitirmiş olduğunu görmüştü. Aynı dine mensup olduğunu söyleyen insanlarla ne kadar farklı göründüklerini görmüştü. Tuhaf ve acı geliyordu tüm bu manzara ona. Fakat kararını vermişti ve artık geri dönüşü yoktu. Camide ibadet tamamlandı ve insanlar hızla dağılmaya başladılar. Herkes bir tarafa yönelmiş giderken Gül Yetiştiren Adam onlara seslendi:

“İnsanlar!”

Kimisi duymuş, kimisi duymamış, kimisi ise umursamamıştı. Tekrar seslendi:

“Ey insanlar!”

İçinde biriktirdiği ve onu kahreden şeyleri bir bir anlatmıştı bu kalabalığa. Ders vermek istemişti. Unuttukları hakikati hatırlatmak istemişti. Uzun uzun konuştuktan sonra,

“Söz çok, ama anlatacak vakit yok. Hani amelleriniz?” demişti.

Onu dinleyen kalabalığın bir kısmı hiç anlamamıştı anlattıklarını. Anlayanların bir kısmı da kısa bir süre sonra unutacaklardı zaten. Fakat Gül Yetiştiren Adam artık mutmaindi. Yapması gerekeni yapmıştı. Sorumluluğun inkârının verdiği sıkıntıdan yani Yalom’un aktardığı zeminsizlik anksiyetesinden kurtulmuş ve işte şimdi gerçekten özgürleşmişti.

Hikâyenin devamında yazar bir başka kahramanı aracılığıyla şu gazete manşetinden haberdar ediyor biz okuyucuyu:

“80 yaşında bir adam tutuklandı. Halkı ayaklanmaya kışkırttığı iddiasıyla tutuklanan ihtiyarın akli dengesinin yerinde olmadığı sanılıyor… Tuhaf bir kıyafetle mahkeme önüne çıkan yaşlı adam ‘elli yıldır gül yetiştirmekten başka bir işle uğraşmadığını’ iddia etmektedir.”

Bizce Gül Yetiştiren Adam’ı tutuklamak, hayatlarında hakiki bir anlam bulamamış ve bu nedenle de anlamını bulanlara karşı düşmanlık besleyenlerin yapabileceği bir eylemdir. Fakat onların unuttuğu şudur ki artık Gül Yetiştiren Adam’ı tutuklasalar dahi kazandığı özgürlüğü ondan alamazlar.

Gül yetiştirebilmek ve güllerin kokusunu duyanlardan olabilmek dileğiyle…

Psikolog Mervenur Altun

Paylaş