Stajyerlerimizden Zeynep Akbaş yazdı.

Stajyerlerimizden Zeynep Akbaş yazdı.

dilin kudretine inanıyoruz. dolayısıyla kitaplık serimize romanları da konuk ediyoruz.

Kitabın sonlarına yaklaşırken, herkesin hayatında bir parça elden düşmelik olduğu fikri zihnimde dönüp duruyordu. Elden düşme ilişkiler, elden düşme meslekler, elden düşme düşünceler, elden düşme evler...

Anlatıcı, hayatı ne kadar tasarruflu yaşamaya çalışsa da her şey önüne düşüveriyor. Kendini istemediği yerlerde, isteksizlik ve melankoliyle buluyor. Geçmişi özlüyor; aslında hiç sevemediği anne babasını sıklıkla anıyor. Kendiyle dış dünya arasına bir perde çekmeye çalışıyor ve çoğunlukla bu durumdan memnun. Çünkü tek başınalık içindeki özgürlüğü kuvvetlendiriyor. Yine de yaşamda kendine yer bulamamanın acısından kaçamıyor. Kendini akıp giden zamanın dışında, farklı bir varlıkmışçasına tanımlıyor.

"Ben kendim, normal hayat dedikleri şeye karşı pek kusurlu bir yetenek sahibiydim."

Romanı okurken içimde en çok hissettiğim şey anlamsızlıktı. Bazen acıdım, bazen üzüldüm, bazen kızdım ama en çok anlamsızlığı hissettim. Yabancılaşmış, ürkek ve son derece hassas olan anlatıcı, zamanın içinde savrulurken okuyucuyu da peşinden sürüklüyor. Küçük detaylara takılmayı seviyor; mesela radyoda çalan bir şarkı, balkon kapısından içeri giren bir çekirge, kabak çekirdekli ekmek ya da sokaktaki dilenci. Her şeyden uzaklaşmak istiyor, hiçbir şeyin özüyle ilgilenmemeye çabalıyor. Gerçek mutluluğun, asli konulardansa tali konularla ilgilenmek olduğunu düşünüyor.

"Benim asıl davam, genel olarak hayattan tasarruftu. Cansız yaşantılardan kaçınmanın en iyi yolu, sessizce bir yerde oturmak, bir binaya veya duvara bakmak ve bu arada, örneğin, uzaktaki bir parkın çocukça gürültüsünü dinlemekti." Aslında Genazio’nun karakterleri, hepimizin ruhunun bir köşesinde saklı duran, tanıdık bir yankı uyandırıyor. Günlük yaşamın sıradanlığını anlatıcının karmaşık iç dünyasıyla birleştirirken, modern yaşam karşısında tökezleyenlerin sesi oluyor.

Paylaş