Stajyerlerimizden İrem Ak yazdı.

Stajyerlerimizden İrem Ak yazdı.

Dilin kudretine inanıyoruz. Dolayısıyla kitaplık serimize romanları da konuk ediyoruz.

Yazar, okuyucusunu dört hikaye boyunca varoluşun quantum boyutlarında bir gezintiye çıkarıyor. Bir pidenin üzerinde eriyen tereyağından baba ve oğulun aralarındaki anlaşmazlığı alımlama biçimlerine, tıkırtılı haşhaş tohumlarından incecik kesilmiş otlara, görünen ile görünmeyen dünyalara ışıktan bir kurdele bağlıyor. Önemsiz ve gündelik sıradanlığın arasından varoluşun çıkmazlarına değerek ustalıkla ele aldığı meseleler, okuyucuya bir hayret mikroskobu armağan ediyor.

“Çay bahçelerinde, muhallebi salonlarında oturuyor, bazen kasvetli bazen neşeli denecek bir hal içinde kendi zamanımıza asılı kalıyorduk. Konuşurken ya da öylece dururken bu asılı kalma halini birden duyar ve bu resmedilmiş halde kıpırtısızlığa düşerdim. Eşyanın ve canlının sonsuzunda böyle bir anın resminde kendi resmimi görünce, onun asılı olduğu bu hava boşluğunda kendimi ve diğerlerini durup da seyrederdim.” Karakterler olan biten, olacak olan ve heyulalarla dolu bir albümü karıştırırken “şimdi” diğer bütün zaman dilimlerini yutan koca bir anafora dönüşür. anlatı boyunca bir resmin içinde olmakla ona bakıyor olmak arasındaki çizgi silikleşir.

Metin, her şeyin içine sızan bir kırılganlık ve boşlukla dolup taşıyor. Bu taşkınlık içinde hayatın ve anlamın cevherine değdiğimi hissettim ancak boşlukta hiçbir şeye değemezsiniz. Tam verilecekken elinizden alınanlar ile tüm bu sanrılar arasında sayfalar parmak uçlarınızda ağırlaşmaya başlıyor. Bir kargaşayla ve olayların mütemadiyen sıralanması ile akan hikayelerde uzaklardan bir devinim çağrısı duyulsa da sanki her şey çoktan sonsuzlaşıp köşesine çekilmiştir. Bu yüzden büyük bir rahatsızlıkla karakterlerle birlikte ben de irademi sorgulayan monologların içinde buldum kendimi.

“İşte ev, işte hayat. Her şey her şeyin izinde ya da kaybında. Biz iz süreyim bir yer tayin edeyim, bir bileyim, bir kere olsun bileyim istiyorum, kimse yokken arıyorum, bakıyorum, bir rabıta, bir ayak sesi, kendi hayatıma ait bir iz, bulamıyorum.” .

Kendi harabatına girmek isteyen bir yazarın sıraladığı bu dört hikayeyi kendi harabatıma rastlayacağımdan habersiz okudum. Yazarın tüm bunları anlatabilmek için durduğu noktaya yaklaşmaya çalışırken oldu bu yıkık döküklük. şimdi “kaygan ve kaypak bir ruhla” nereye bakarsam o kadarını görebileceğim fikri beni sarsıyor. Hakikatin, iradenin, inceliğin ve izlerin edebiyat ile buluşmasından doğan ve varoluşun en canlı halini ele alan bir devinim: coşkuyla ölmek. herkese nasip olamayacak bir nimet. bu nimete erişemeyeceklere yazık.

“… Yaşamaya da ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık…”

Paylaş