Ayşe Melek yazdı.

Ayşe Melek yazdı.

"Utanç bize değil onlara ait."

Gisele Pelicot’un “Utanç taraf değiştirmeli” çağrısı hem çarpıcı hem de sarsıcı. Çarpıcı olmasının sebebi böyle bir çağrıya ihtiyaç olması saçmalığını açığa çıkarması. Sarsıcı olmasının sebebi de bu çağrıya gerçekten ihtiyacımızın olmasıyla bizi yüzleştirmesi. Kişisel deneyimim ve klinik tecrübem bana bu çağrının fazlasıyla anlamlı olduğunu söylüyor. Tacize ya da tecavüze uğrayan insanlar garip bir biçimde kendilerinden utanç duyuyorlar. Ya bunu hak ettiklerini düşüyor ya da bunun zaten kendilerinin suçu olduğuna inanıyorlar. Daha iyi bir ihtimalle ise söylenebilir bir şey olduğunu düşünüp anlaşılmamaktan endişe ettikleri için susmaları, ki bu da utancın başka bir veçhesi.

Çocukken uğradığım tacizi birine anlatabileceğimi fark ettiğimde yani bunun anlatılabilir bir şey olduğunun bilinci bende ilk uyandığında, neredeyse otuz yaşındaydım. Şu an bu satırları yazarken dahi içimdeki endişeyi duyumsayabiliyorum. Bunu kamuya duyurmuş olmanın endişesi. Pek çoğumuzun iliklerine kadar hissedebileceği, hakikatten kopmuş olduğumuzun ispatı olan bir endişe. Biliyoruz ki bu gerçeği ifade ettiğimde tarihsel ya da kültürel bağlamda aramızda dolaşan o arkaik hayalet, eğilip kulağıma bununla damgalanabileceğimi, insanların bana artık bunun üzerinden bakma ihtimallerini fısıldayacak. Hayaletin hakim olduğu pek çok konuda olduğu gibi.

Buradaki sosyolojik bağlama tam olarak girmiyorum ama yine de şu soruyu buraya bırakayım: Bu olay Fransa’nın taşrasında değil de üst orta ya da üst sınıfa ait bir sosyal ortamda vuku bulsaydı da bu düzeyde toplumsal bir yankı uyandırabilecek miydi yoksa Gisele’i fiziksel olmasa da ruhsal olarak boğmanın ve olayı manipüle etmenin tüm imkanları zorlanacak mıydı? Bu bağlamda utancı gerçek sahibine verebilmek ya da verememenin sınıfsallığını da sorgulamak önemli olabilir.

Bu sorgulamayı sosyologlara paslayarak failin yerine maktulün duyduğu utancın psikolojik analizini yapmayı deneyelim. Burada Kleinyen bir terminolojiye yaslanmak bizi olup biteni anlamaya bir parça yaklaştırabilir. Klein’a göre doğuştan getirdiğimiz yıkıcı dürtüler bizde dış dünyanın zarar verici olduğuna yönelik fanteziler uyandıracaktır. Bize yöneldiğini zannettiğimiz bu yıkıcılığı durdurmak için kontrolü bütünüyle elimizde bulundurduğumuzu hissettiğimiz ve gerçekte bizi besleyen doyuran dış dünyaya yönelik yok etme düşlemleri kurarız. Hiçbir şey bizim kontrolümüzde değildir ve bu acziyet bizi çok korkutur. Bu aşamada dış dünya bizim için henüz yalnızca bir nesnedir.

Orada, bizim dışımızda da bir özne olduğu ve olup bitenlerin bütünüyle bizimle ilgili olmayabileceği, diğerinin de bizden bağımsız bir varoluşa sahip olduğu gerçeği bizde henüz canlanmamıştır. Bunun için işlerin lehimize olmadığı her an içimizde ölümcül bir öfke uyanır. Bize tabi olduğunu, bize hizmet etmek zorunda olduğunu düşündüğümüz nesneleri, bizim için orada olmadıklarında yok etme arzusu duyarız. Çünkü onlar bizim ihtiyaçlarımızı karşılamadıkları her an birer zulmedici gibi deneyimlenirler.

Bağlamda suçluluk kritik bir basamaktır. Suçluluktan doğan vicdan ve pişmanlık hisleri mutlak hak edilmişlik zannını yırtar ve bizi narsisistik kabuğun dışına iter. İnsanın dünyayla nesne değil özne olarak ilişkilenmeye başladığı ilk an budur. Bizim dışımızdakiler bize hizmet etmek için değil birbirimize duyduğumuz hakiki bir ihtiyaçla oradadır ve eğer yok olursa bu bizde de derin bir kayıp duygusu yaratacaktır. Bu anlamda suçluluk kendimizle diğeri arasındaki ilk bağlantının ve sevgiye giden yolun da başlangıcıdır. Suçluluk sayesinde diğerine verdiğimiz zararı görüp telafi etme ihtiyacı duyarız. Böylece dış dünya bizim için nesne olmaktan çıkıp özne haline gelmeye başlar.

Suçluluk duymadığım bir halde ne ben özneyimdir ne de diğeri. Dış dünya ve benim aramda mutlak bir ayrım ve bağlantısızlık vardır. Dış dünya kötü hislerimi atabileceğim bir şehir çöplüğüdür. Kendi kötü hislerimle tam olarak farkında olmadan mikrop yuvası haline getirdiğim bu yeri, tüm güçlü bir biçimde kontrol etmem gerekir ki ondan bana “fenalık” bulaşmasın. Şayet hasbelkader bulaştığını hissedersem suçluluk değil utanç duyarım. Diğeri benim için sadece bir nesne olduğundan ona verdiğim zarardan pişmanlık duymak yerine kendi kirlenmişliğimden kurtulmakla ilgiliyimdir.

Gisele Pelicot vakası tam olarak bu tümgüçlülük düşlemleri ve kötülüğü dışarıda tutma fantezisinin bir görünümü gibi. Failde kötü duyguları hissedecek kapasite, güç ya da bilinçlilik olmadığı için, ki olabilse kuvvetle muhtemel buradan suçluluk ve pişmanlık doğar, utancı taşımak maktule kalır. Bu bağlamda faile utancını teslim etmek ve adil bir yargılama sonucu yaptığının bedelini ödemesi bireysel ve toplumsal anlamda olgunlaşmanın önünü açmak anlamına da gelir. İhtimaldir ki adaletin tecellisi kendini de diğerini de nesneleştiren zihinde bir sarsıntı yaratır ve özneliğin yolunu açar.

Gisele uzun yıllar uyutularak, eylemsiz hale getirilerek bu nesneleştirmenin görünür bir örneği haline gelmiştir. Diğerinin sizi felç ettiği ve bütünüyle bedeniniz üzerindeki kontrolün onun elinde olduğu yıllar düşünün, düşünmesi bile oldukça zor. Süreç boyunca diğerinin kontrolünün ortadan kalktığı ve hakikatin, sansürsüzce açığa çıktığı, yine metaforik bir yerden kadının dava boyunca kendini gizlemek yerine ortaya koymayı seçtiği bir hikaye aynı zamanda onun özne olarak dirilmesini de sağladı. Dilerim bu diriliş dünyanın geri kalanında da yerini bulur.

Paylaş